TBMM’nin 1 Ekim günü yapılan açılışında DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ve arkadaşlarıyla tokalaşan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “yeni bir çözüm sürecinin” işaretini verdiği söyleniyor. Fakat henüz kimse Bahçeli ve Erdoğan’ın gerçek niyetini bilmiyor.

Mesele sahiden de İsrail’in yaydığı korku mu, yoksa yeni anayasa için destek arayışları mı? Yahut erimekte olan Cumhur İttifakı’na zaman mı kazandırmak isteniyor? Sonuç itibariyle yeni bir çözüm süreci mi başlıyor? Eğer böyleyse, bu süreç nasıl yürütülmeli? Önceki süreçten ne tür dersler çıkarılmalı?

Aklımızda bu sorularla, uzun yıllar iktidarın iki numaralı ismi ve 2013-2015 yıllarındaki çözüm sürecinin de en önemli aktörlerinden biri olan Bülent Arınç’ın kapısını çaldık…

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Partililerle tokalaşması ve sonraki mesajları, Erdoğan’ın bu hamleye destek vermesi, yeni bir çözüm sürecinin başlayıp başlamayacağına dair pek çok spekülasyonu tetikledi. Belki sizin, benim gibi muhalif bir Kürt gazeteciye konuşmanız da spekülasyon konusu yapılacak. Cengiz Çandar, “Henüz bir çözüm sürecinden bahsedemeyiz ama bir şeyler pişiyor” diyor. Sahi devlet katında ne olup bitiyor?

Benim şu anda resmi bir sıfatım da, parti içinde bir görevim de yok. Ben Meclis Başkanlığı, Başbakan Yardımcılığı yapmış, en son Yüksek İstişare Kurulu’ndan müstafi, emekli bir siyasetçiyim. Ama siyaseti takip ediyor, Türkiye’de olup bitenleri inceliyor, o konuda fikir sahibi olmaya çalışıyorum. Belki bunları ifade ederken birtakım zorluklarla karşılaşıyorum ama Türkiye’nin selametini istiyor, ülkemizin gelecekte daha huzurlu, daha mutlu, kardeşçe yaşamasını arzu ediyorum.

Tabii son gelişmeleri de takip ediyorum ama ona gelmeden önce; 2002-2007 arasında Meclis Başkanı’ydım. 2009’da da Başbakan Yardımcısı olarak hükümete girdiğimde, Habur’la birlikte bir süreç başlamıştı ve kendimi içinde buldum. Hatta konumum itibariyle kendimi ilk üç, ilk beş kişinin içinde buldum. O süreçte, ilgili herkesle de görüştüm, konuştum. Bu sürecin 2015’te sona ermesiyle birlikte benim de siyasi hayatım aktif olarak bitti.

Bahsettiğiniz sürecin bitmesi nedeniyle mi?

Hayır, ben üç dönemi AK Parti’de, iki dönemi de Refah ve Fazilet partilerinde tamamlamıştım. 7 Haziran 2015 seçimlerine girmedim. Ama tevafuk ki, o tarihlerde hendek olaylarıyla birlikte, Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı zamanında ben de aktif siyasi hayattan ayrıldım. 2016’dan itibaren de bugünkü konumuma geldim.

ÇÖZÜM SÜRECİNİN AYNI İSİM VE İÇERİKLE TEKRARLANMASI MÜMKÜN DEĞİL

Gelelim Kürt meselesine…

Türkiye’de geçmişten bu yana bir Kürt sorunu var. Toplumsal ve siyasi açıdan bakarsak, bu sorunun çözülmesi lazım. Çözüm süreci denen sürecin aynı içerik ve isimle tekrarlanması mümkün değil. Bu artık lanetli bir kavram haline geldi. O yüzden Mevlana’nın tabiriyle şimdi “yeni bir gün, yeni şeyler söylemek lazım.” Dolayısıyla “barış süreci”, “çözüm süreci” gibi artık demode olmuş veya kullanılıp bir kenara atılmış ve bana göre örgütün ihanetiyle sonlanmış süreci bir kenara atıp yeni argümanlarla, yeni bir diyalektikle, yeni bir stratejiyle ülkedeki bu ikiliğin, bu üçlüğün ortadan kaldırılmasına ihtiyacımız var. Gerçekten huzura kavuşmamız için bu gerekiyor. Tabii bunun dinamiklerini ayrıca konuşuruz.

Peki sizce şu an böyle bir aşamada mıyız?

İnsanlar tekrar böyle bir şeyin başlayacağı ümidi içinde. Nezakete o kadar susamışız ki, birisinin el sıkması bile hoşumuza gidiyor. Birisinin yüzüne gülerek bakmak bile insanları umutlandırıyor. Açıkçası bu benim için adeta buruk bir sevinç.

SABAH SÖYLENENLERE Mİ İNANACAĞIZ, AKŞAM YAPILANA MI?

Neden?

E, niye bugüne kadar böyle gelmedik? Sabah böyle söyleyip akşam niye farklı davranıyoruz? Sabah söylenenlere mi inanacağız, akşam yapılanlara mı? Veya bugüne kadar söylenenler gerçekten bir senaryo muydu? Bunlara hiç inanmamak mı gerekiyordu?

Kimin, hangi söylediklerini kastediyorsunuz?

Sayın Bahçeli saygı duyduğumuz bir devlet adamı. Ama ben biliyorum ki, en az iki senedir her gün “HDP kapatılmalıdır”, “HDP’yi kapatmıyorsa Anayasa Mahkemesi kapatılmalıdır”, “DEM Parti kapatılmalıdır”, “DEM’in milletvekillerine maaş verilmemelidir” diyen bir insan, sonunda çıkıp artık yeni bir sürece girdik diyor. Buna sevinmek gerekir ama, içimizde de “niye bu kadar zaman boşa geçti” diye bir burukluk var.

MADEM BARIŞACAKTIK, NEDEN BASRA HARAP OLDUKTAN SONRA YAPIYORUZ?

Hangi pencereden bakarak bunu söylüyor, bu burukluğu yaşıyorsunuz?

Ben bir siyasetçiyim ve hukukçuyum, ekonomist değilim. Meseleye de hukuk ve siyasetin gücü açısından bakıyorum. Son yıllarda öyle olaylarla karşılaşıyoruz ki, bunun eski tabirle karşılığı, “Bad-el harab-ül Basra”dır. Madem bunu yapacaktık, falanla barışacaktık, filanla konuşacaktık, neden Basra harap olduktan sonra yapıyoruz?

Bu sadece iç politika açısından değil, dış politika açısından da böyledir. 2019 yerel seçimleriydi; hemen Ahmet Türk’ü görevden aldılar. Neymiş, “teröristmiş”. İsyan ettim, hatta konuşmalarımda bunu eleştirdim. Çünkü uluslararası hukuka da, kendi anayasamızın 38’inci maddesine göre de, herhangi bir insana örneğin “hırsız” bile diyebilmek için, onun hakkında hırsızlıktan dolayı kesinleşmiş bir mahkumiyet kararı gerekir. E, terörist çok daha ağır bir suçlama. Ahmet Türk hakkında sabıka kaydına giren bir “terörist” hükmü yok. Siz nasıl “terörist” diyorsunuz bu insanlara?

Şu anda cezaevinde bulunan pek çok insan için de bu tür suçlamalar yapılıyor. Hele 15 Temmuz’dan sonra… Elbette hain darbe girişiminin bizzat içinde yer alanları kastetmiyorum ama, bulunduğu yerde imamlık, doktorluk, akademisyenlik yapmış insanlar da terörist suçlaması ithamı altında kalıyor. Ondan sonra Avrupa Parlamentosu’ndan bir milletvekili, kürsüden mizah yaparak diyor ki, “Türk yetkililerden aldığımız bilgilere göre Türkiye’de neredeyse üç milyon terörist varmış.” Bunlar bizim için iyi şeyler değil. Bu ülke güçlü ve en büyük sorunlarını bile halkla iç içe çözebilmiş bir ülke. Niye kendi insanımızı bu kadar suçladıktan sonra, günün birinde “canım onları bir kenara bırakalım da, bundan sonraki yolumuza bakalım” diyoruz? İyi, bakalım.

ADINA İSTERSENİZ ‘KUŞKONMAZ’ DEYİN, YENİ BİR SÜRECE İHTİYACIMIZ VAR

Nasıl bakalım sizce?

Bugün konuşulanlara inandığımız takdirde, Türkiye’de yeni bir dönem başlayacak demektir. Bu “normalleşme” de olabilir ama zaten normalleşme asıldır. Türkiye o hale geldi ki, “bu adam çok namusludur” dediğiniz zaman, sanki eczanede satılan numunelik bir şeymiş gibi algılanıyor. Her insanın namuslu olması gerekmez mi zaten? Her kadın ve erkeğin iffetli olması gerekmez mi? Her siyasetçinin dürüst ve ilkeli siyaset yapması gerekmez mi? Ama bu artık nadir rastlanılan bir özellik haline geldi. Üzüntüm de bundandır. Evet, adına isterseniz “kuşkonmaz” deyin, yeni bir sürece ihtiyacımız var. Ama bir içeriği olsun.

BİR ARAYA GELELİM VE BENCE MECLİS BU SÜRECİ YÜRÜTSÜN

Nasıl bir içeriği olmalı?

Bu meseleyi geçmişten beri takip edenler, tarihçiler, sosyologlar, siyasetçiler, bir araya gelelim ve bence Meclis bu süreci yürütsün. Çünkü “çözüm sürecinde” bizden “Meclis bu süreci yönetsin” diye bir talep oluyordu. Ama biz bunu bir taraftan MİT’in yaptığı çalışmalarla, bir taraftan da hükümetin yön göstermesiyle yürüttük.

Neden bunu yapmadınız?

Örgüt bizim gözümüzde şaibeli, cinayetlerden sorumlu. Yurtiçi ve yurtdışı bağlantıları var, yerelden desteği var. O hale gelmişiz ki, bir evde iki delikanlıdan biri askerde, diğeri dağda. O gün için söylüyorum; dağa çıkışlar artmış. Biz çözüm sürecine çok kolay karar vermedik yani. Her gün şehit cenazeleri geliyor, insanımız ağlıyor ve bunun bir sonu olmalıydı.

Ben hükümete girdiğimde ancak, MGK toplantılarına katılmaya başlamıştım ama ondan önce bizzat askerlerin, “biz bu sorunu altı defa bitirdiğimizi zannettik, ama bitmemiş, bundan sonra top siyasette” dediği bana aktarıldı. Askerlerin bu işe çok kolay “evet” demeyeceğini düşünmemize rağmen bence bu çok makul ve haklı bir yön göstermeydi. Biz sadece bundan sonra anneler ağlamasın, cenazeler gelmesin, bu ülkede herkes özgürce dolaşabilsin, yollar kesilmesin, insanlar saat 17’den sonra köylerine gitmekten korkmasın diye girdik bu sürece. Beylik laflarla geçiştirilecek bir şey değil, ben şehit cenazelerine katılıyorum ve insanların acılarını görüyorum. Bazen bir kadın, kucağında çocuğuyla birlikte, bazen bir köylü, bir esnaf, bir kanaat önderi… Bu insanlar perişan oldular. Bir siyasetçi olarak kendinize soruyorsunuz; bu acılar yaşanmaya devam mı etsin? Hayır! Artık kimse ölmesin. Gazi olmuş adam, bir ayağı kopmuş; başkalarına da bu olsun ister misin? Hayır! Artık kimse kolundan, bacağından, gözünden sakatlanmasın.

Çözüm sürecinde bu, bizim dinamiğimiz oldu. “Size söz, eğer başarılı olursak bundan sonra cenazeler gelmeyecek, anneler ağlamayacak, nişanlılar feryat etmeyecek, çocuklarımız annesiz, babasız kalmayacak, bu ülke yaşanılır, huzurlu, adaletli bir ülke olacak” dedik.

HÜKÜMETİN ÇÖZÜM SÜRECİNDE BELLİ HATALARI OLMUŞTUR, OLABİLİR

Ama olmadı…

Bakın, bunun için bütün kamuoyunu tatmin etmek üzere “Akil İnsanlar” grupları teşkil edildi ve bu gruplar ülkenin her yanına gidip çok faydalı işler yaptılar. Dönen her grup bize, insanların bu sürece olumlu baktığını ve başarıyla sonuçlanması için herkesin üzerine düşeni yapmak istediğini söyledi.

Çözüm sürecinin başladığı günlerde Kamran Erkaçmaz isimli bir genç Tarsus’tan yola çıkarak 71 il ve 165 ilçeyi otostopla gezmiş, 7,5 aylık seyahatinde çocuklarını askerde veya dağda kaybeden ailelerle görüşüp hikâyelerini yazmıştı. İletişim Yayınları’ndan çıkan “Acının İki Yüzü” isimli kitabında Erkaçmaz, çözüm süreci boyunca neredeyse tüm ailelerin “benim yaşadığım acıları başkaları yaşamasın”, “ölümler dursun” dediğini aktarıyor. Fakat süreç bittikten sonra Erkaçmaz aynı ailelerin kapısını tekrar çalıyor. Bu sefer bazıları kapısını, telefonunu açmıyor, bazı asker aileleri intikamcı söyleme dönüyor… Süreci izleyen pek çok analist, barışın toplumsallaştırılması halinde çözüm sürecinin bu kadar kolay bitirilemeyeceğini düşünüyor. Bunda hükümet olarak sizin hiç mi hatanız yoktu?

Kamran Erkaçmaz’ın kitabını okumadım ama benim kendi şahitliklerim var. Gençliğimden beri Doğu ve Güneydoğu’yla ilgili bir insanım; Kürtler beni sever, ben de Kürtleri severim. Araplar, Süryaniler beni sever, ben de onları severim. Siyasi hayatım boyunca onlarla iç içe oldum. Çözüm süreci boyunca da hep “Allah sizden razı olsun” sözünü duydum. “Eskiden Lice’ye, Kulp’a, Hani’ye, köyümüze belli bir saatte gidemezdik, kapımızı kimin çalacağını bilemezdik, şimdi Mardin’den Diyarbakır’a, Diyarbakır’dan Van’a kadar, gece-gündüz huzur içinde gidebiliyoruz” diyorlardı.

Bu, halkın izlenimleri, meselenin görünen tarafı. Biz o süreçte, örgüt eylem yapmadıkça, onlara karşı herhangi bir şey yapmama kararı almıştık. Bu eylemsizlik bir süre çatışmaların önüne geçti ama, bunun yanında örgütün silahlandığını duyuyorduk. Bunu istismar ettiler. Öcalan sanıyorum 2013 Newroz’unda Sırrı Süreyya Önder vasıtasıyla yaptığı açıklamada, “Artık ülkeden çıkıyorsunuz” demesine rağmen, çıkmakta ayak dirediler. Çıkmadılar, çıkmak istemediler. Öcalan’dan onlara mesajların nasıl götürüldüğünü, o mesajların Kandil’de ne hale geldiğini yakından da takip ettik.

İYİ NİYETLİYDİK VE SORUNUN BARIŞÇIL YÖNTEMLERLE ÇÖZÜLMESİNİ İSTİYORDUK

Nasıl yani?

Bunları burada konuşacak değilim. Ama hükümetin kendine göre böylesi zorlu bir süreç içinde hataları olmuştur, olabilir. Ama karşı tarafın da ihaneti vardı. İhanet her zaman hatadan daha kötüdür. Bu süreçte çok iyi niyetle elini taşın altına koyan Ahmet Türk, Leyla Zana, Pervin Buldan gibi insanların çırpındıklarını biliyorum. Ama direkt yukarıyla bağlantılı olanların da bu sürece karşı pek çok hareketleri olduğunu da biliyorum.

Çözüm sürecinde bu sorunu gerçekten bitirmek istediniz mi?

Ben Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Başkanı’ydım. Bir terör örgütüyle demokratik bir düzlemde nasıl mücadele edilebileceğine dair kitaplar okuduk, deneyimlere; İspanya’daki ETA’ya, İrlanda’daki IRA’ya baktık. Buna uygun olarak, barışçıl yöntemlerle eylemleri nasıl bitiririz diye kafa yorduk ve buna şahit olan insanlar var. İstedikleri insanlar gidip İmralı’da Öcalan’la da görüştü. Avukatlar gitti, Öcalan’ın görüşlerini bir başka türlü nakletti… Yani biz örgütün çözüm sürecinde silahlandığını, bazı yerlerde kimlik kontrolleri yaptığını ve nihayet 2015’ten sonra da bunun sonuçlarını gördük. O dönemde bize düşen hataların hepsini kabul edelim biz. Ama biz iyi niyetliydik ve sorunun barışçıl yöntemlerle çözülmesini istiyorduk. Bunu kendi içlerindeki insanlar; Sırrı Süreyya, Ahmet Türk, Leyla Zana, Hatip Dicle gibi isimler biliyor. Aklımız yettiğince bu süreci yürüttük. Ha, daha iyi yapabilir miydik? Onlar “üçüncü göz” dediler, “gözlem heyeti” dediler; bunları kendi aramızda müzakere ettik.

Ve niye kabul etmediniz?

Biz doğrudan onları da muhatap almak istemedik. Çünkü MİT aracılığıyla yaptığımız bir şeydi bu. Bir tarafta örgüt, bir tarafta devlet; bunu kesinlikle yapamazdık. Çok ince bir çizgide götürmeye çalıştık. Neticede o sürecin başarısızlığa uğramasında bizim de kabahatimiz olabilir ama dediğim gibi, biz de ihanetle karşılaştık.

BUNDAN SONRA DOĞRUDAN SİYASİ MUHATAPLARIYLA VE HALKLA BU İŞİ GÖTÜRMEMİZ LAZIM

Peki bundan sonra eğer yeni bir süreç başlarsa, yöntem ne olmalı?

Bundan sonra doğrudan siyasi muhataplarıyla ve doğrudan halkla bu işi götürmemiz lazım.

Bu mümkün mü?

Mümkün. İstenirse, mümkün.

NİYE TÜM DÜNYA TÜRK OLSUN KARDEŞİM?

Sizce iktidarın gerçekten yeni bir çözüm sürecine niyeti var mı?

Ortada bir realite var; Kürt halkı, Kürt toplumu bizim arkadaşımız, dostumuz, dindaşımız. Ben hükümetteyken azınlıklardan, farklı inanç gruplarından da sorumluydum. Onlara derdim ki, “hukuki ve siyasi bir tabir olduğu için size ‘azınlık’ diyorum. Siz bizim parçamızsınız. Siz bizimle beraber olmazsaydınız, biz eksik kalırdık.” Adnan Menderes’ten sonra Patrik’le görüşmeye giden ikinci siyasetçi benim. Süryanilerle, Keldanilerle, Rumlarla, Ermenilerle bir araya geldik. Onlar bizim bir parçamız. Adam çıkıyor, “dünya Türk olsun” diyor. Dünyada sayısız halk var. 6 bin tane dil ve belki de 6 bin tane farklı etnik grup var. Niye tüm dünya Türk olsun kardeşim? Hayır, dünya Türk de olsun, Kürt de olsun, Ermeni de olsun, Rum da olsun; ne olursa olsun! Fakat biz bu topraklarda sadece Türkler yaşıyormuş gibi kabul ediyoruz. Hayır, biz bu topraklara sonradan geldik. Biz geldiğimizde burada Kürtler, Rumlar, Ermeniler yaşıyordu ve biz daha sonra onlarla birlikte yaşadık. Daha sonra isyanlar, tehcirler, çatışmalar; hepimiz açısından acı olaylar yaşandı. Ama tüm bunlara rağmen biz, farklılıklarımızla bir arada yaşadık, tekrar yaşayabiliriz.

HALK, “BELEDİYE BAŞKANI, MİLLETVEKİLİ SEÇİYORUZ, HAPSE ATIYORSUNUZ” DİYOR, E, DOĞRU

Nasıl?

Bir arada yaşayabiliriz bakışına sahip insanlarla tekrar oturabiliriz. Saygı duyduğum bir insan olan Ahmet Türk, belediye başkanlığını tekrar kazandı ve hakkında kesinleşmiş bir mahkumiyet kararı yok. O halde onu belediye eş başkanlığından alıp hapse atmak hataydı. Orada halkla görüşüyorum, “başkanım, biz belediye başkanı seçiyoruz, siz alıp hapse atıyor, yerine de kayyım koyuyorsunuz” diyor. “Biz milletvekili seçiyoruz, alıp hapse atıyorsunuz” diyor. E, adamın dediği doğru. Ama kardeşim, siz de içeri atılmayacak adamı aday gösterin.

Davası olmayan Kürt siyasetçi yok ki!

Var, var. Bakın, ben kayyım uygulamasına prensipte karşıyım. Ama mesela Hakkâri Belediye Eşbaşkanı hakkında süren bir dava var, karar aşamasına gelmiş. Bu adamı aday göstermeseniz olmaz mı?

Ama bu çok egemenlikçi bir bakış…

Yapmayın Allah aşkına! Hayır, dostane bir bakış bu.

BEN DE, TAYYİP BEY DE, TÜRKÇÜLÜĞÜ, KÜRTÇÜLÜĞÜ ZARARLI GÖREN BİR ANLAYIŞA SAHİBİZ

Sonuçta halk seçiyor bu insanları…

Evet ama, halk onları partinin adayı olduğu için seçiyor. Ben Manisa’da siyaset yaptım yıllarca ve Kürtler benimle birlikteydi. Manisa’da Şeyh Ömer isminde, dini bilgisiyle, çevresiyle çok güçlü bir zat vardı ve bizimle birlikte çalışırdı. Günün birinde geldi, “Bülent Bey” dedi, “bundan sonra size oy yok”. “Ne demek şeyhim ya, on senedir kol kola çalışıyoruz” dedim. “Yok” dedi, “biz bundan sonra kendimize oy vereceğiz. Biz Kürdüz, kendimize oy vereceğiz.” “Yahu şeyhim, İslam’da kavmiyetçilik var mı” dedim. “E, milliyetçiler Türkçülük yapıyor; onlar için caiz de, bizim için değil mi” dedi. “Onlar yapıyor, bizim de tasvip ettiğimiz bir şey değil ki” dedim. Ben de, Tayyip Bey de, Türkçülüğü de, Kürtçülüğü de zararlı gören bir anlayışa sahibiz. Ama maalesef bu içimize girdi. Kürtleri de bizden koparan belki de bu oldu. “Oyumu kendime vereceğim” diyor. Tamam kardeşim, oyunu kendine ver ama seçtiğin insanlar etnik bir siyaset yapsa bile, bütüncül bir anlayışa sahip olsun. HDP yüzde 13,5’la barajı aşarken bir sürü bileşenle ittifak yaptı. Türk, Kürt, Boşnak, Çerkes, Arap, Ermeni adaylar gösterdiler. Azadi grubundan, başka gruplardan insanlar aday gösterdiler ve başardılar. E, kardeşim bu işte, Türkiye’nin ortalamasıdır.

DEM PARTİ’DE AKLIBAŞINDA İNSANLAR VARKEN, KENDİLERİNİ HAZIRLASINLAR

Şimdiki pozisyonunuzdan bağımsız olarak söylüyorum; hükümet, devlet, iktidar “şu çerçeve içinde siyaset yapın” dediğinde, bu dostane bir tavsiye değil, bir dayatma oluyor…

Hayır, tekrar ediyorum, bu dostane tavsiyedir. Bakın, HDP Diyarbakır müftüsünü milletvekili seçtirip Meclis Başkanvekili yaptı. Bütün meclis ona saygı gösterdi; o da herkese adaletli davrandı. Pervin Hanım da konuşmalarını çok iyi yürüten bir insandır. Keza ben RTÜK’ten sorumluyken, HDP’nin RTÜK temsilcisi Ahmet Yıldırım’dı ve galiba doçentti. Fevkalade yetenekli bir arkadaştı; o çıkıp konuştuğunda “işte böyle olsun” diyordum.

5 ülkeye yeni büyükelçi atandı: Metin Feyzioğlu’nun yeni görev yeri belli oldu 5 ülkeye yeni büyükelçi atandı: Metin Feyzioğlu’nun yeni görev yeri belli oldu

Ama o da sürgüne gitmek zorunda kaldı…

Bakın, bir siyasi partinin toplum nazarında saygı görmesi çok önemlidir. 1991-1995 yılları arasında Refah Partisi olarak 38 milletvekilimiz vardı. Bu milletvekilleri öyle canhıraş çalıştılar ki, ANAP’tı, DYP’ydi; solda sıfır kaldı ve biz 1995’te milletvekili sayımızı 158’e çıkarıp birinci parti olduk. Meclis çalışmaları herkes tarafından takip edilir. Benim hakkımdaki olumlu kanaatlerin çoğu, Meclis’te yaptığım konuşmalar sebebiyledir. En azından nezaketi elden bırakmasın. Aksi halde bir tarafınız eksik kalır. Netice itibariyle, bugün de DEM Parti’nin içinde, olası sürece katkı sağlayacak insanların olması lazım. Ahmet Türk derdi ki, “bizim olduğumuz zamanda bu sorunu çözmeye bakın, bizden sonra öyleleri gelecek ki, onlar size selam veremez, siz onlara selam veremezsiniz”. Dolayısıyla DEM Parti’de aklıbaşında insanlar varken, kendi içlerinde bir muhasebeye girsinler ve kendilerini buna hazırlasınlar. Sanıyorum bugünlerdeki konuşmalar da biraz buna yöneliktir.

HAKAN FİDAN, İBRAHİM KALIN, ALİ YERLİKAYA VEYA ONLARIN DIŞINDA BİR HEYET BU İŞİ İKTİDAR ADINA GÖTÜREBİLİR VE SONUÇ OLUMLU OLUR

Peki ya iktidar ne yapmalı?

Başkanlık sistemi dolayısıyla iktidarı Tayyip Bey’in şahsında görüyorum. E, Tayyip Bey bu konuda çok iyi niyetlidir. Ama ihanete uğradığı için belki bazılarına rezervi olacaktır. Çünkü o ihaneti hiç kabul etmez. Hatta bazı şeyleri ihanet kabul eder. O yüzden işin dinamiklerini bilen; Hakan Fidan şu an Dışişleri Bakanı’dır, İbrahim Kalın geçmişten beri çalıştığımız bir insandır. Belki Ali Yerlikaya… Veya bütün bunların dışında isimlerden oluşan bir heyet bu işi iktidar adına götürebilir ve sonuç olumlu olur. Millet buna hazır.

KÜRT SİYASETİNİN TEMSİLCİSİ OLARAK DEM PARTİ, HDP, DBP VAR

Bugün Devlet Bahçeli, Abdullah Öcalan’a “buyursun, örgüte terörü bitirdiğini ilan etsin” çağrısında bulundu. Tuncer Bakırhan da, “Bahçeli bir çağrı yaptı ama o çağrının muhataplarına ulaşması için Öcalan’ın üzerindeki tecridin kaldırılması gerektiğini bilmiyor. 43 aydır Öcalan ile avukatları görüştürülmüyor” dedi. Bir hukukçu olarak, hiçbir kanuni dayanağı olmadan Öcalan’ın aylardır tecrit altında tutulmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Öcalan mesajlarını açıkça veriyordu ve o mesajları örgüte götürülüyordu. O mesajların nasıl yanıtlandığını biz eylem olarak görüyorduk. Sayın Bahçeli, “Öcalan ilan etsin” diyor da, Öcalan zaten 2013 Diyarbakır Newroz’unda “silahları bırakın ve çıkın” dedi. Öcalan o zaman bunu söyledi ama arkasından olanı gördük. Şimdi tekrar Öcalan’ı asıl faktör olarak mı kabul ediyoruz, bundan tam emin değilim. Tabii Kandil’i muhatap almayacağımıza göre, Kürt siyasetinin temsilcisi olarak DEM Parti var, HDP de kapatılmadı, o da var. Keza Demokratik Bölgeler Partisi var. Onların bu konuda ne diyeceğini bilmiyorum. Bir de Öcalan’ın son durumunu gerçekten bilmiyorum.

Sonuçta Öcalan tecrit altında…

Tecrit uygulaması var mı, önce ona karar vermek lazım.

Göründüğü kadarıyla var.

Nereden görüyorsunuz? Yani Mudanya’ya gidip karşıdan İmralı’ya mı bakıyorsunuz?

ÖCALAN’LA GÖRÜŞMENİN BİN BİR TANE YOLU VAR

Sonuçta ailesiyle, avukatlarıyla görüştürülmüyor…

Var veya yok; zaman zaman görüş kısıtlamaları oluyor. Ondan haberim var. Ama Öcalan’ın hangi halet-i ruhiye içinde olduğunu, ne yapmak istediğini şahsen bilmiyorum. Eğer Bahçeli’nin hitabı doğrudan Öcalan’aysa ve Sayın Cumhurbaşkanı da bunu paylaşıyorsa, Öcalan’la görüşmenin binbir tane yolu var. O süreçte de her türlü tedbiri alırlar. Sonuçta Öcalan müebbet hapse mahkum; bulunduğu koşullar da malûm. Çözüm süreci içinde de koşullarının iyileştirilmesi konusu tartışıldı ama bunun başkaları tarafından istismar edileceği düşünülerek o durum değiştirilmedi. Ama şimdiki durumunu bilmiyorum.

Bahçeli ve Erdoğan, İsrail’in Gazze’de başlattığı soykırımı giderek bölgesel bir savaşa dönüştüreceğini ve Türkiye’nin de hedef olacağını söylüyor. DEM Parti’ye el uzatmanın arkasındaki temel saik gerçekten de bölgesel savaş kaygısı mı, yoksa bu, anayasa konusunda destek alma gayesinin bir parçası mı?

DEM’lilerle tokalaşan Bahçeli ve neden tokalaştığını da kendisi ifade ediyor. Ben bunu çok önemli de görmüyorum.

BİR TOKALAŞMADAN BU KADAR SONUÇ ÇIKMAZ

Öyle mi?

Yani bir tokalaşmadan bu kadar sonuç çıkmaz. Eski tabirle bir işin siyakı vardır, sibakı vardır. Başı vardır, devam eden süreç vardır, sonuç vardır. Siyasette bir nezaket göstergesi olarak kabul edilirse, Bahçeli Demirtaş’la da, Ahmet Türk’le de tokalaşmıştır. Ondan sonra söyledikleri de vardır. E, Bahçeli’nin benim hakkımda da söylediği çok ağır sözler vardır ve bundan dolayı da bugüne kadar herhangi bir özrü de olmamıştır. Ben siyaseten, işin AK Parti tarafında olan bir insan olarak bunu unutmam ama, her gün de gündeme getirmem. En uzak durduğunuz bir insan bile yanınıza gelip elini uzattığında, herhalde siz de uzatırsınız. Gönlünüzden ne geçtiğine, kalbinizi yararak bakamam. Fakat sadece bir el uzatma, tokalaştırma ritüeline bakarak, bunu çok amaçlı bir iş için kullanabilmek bana çok inandırıcı gelmiyor. Ama her şeye rağmen, evet, bu bir süreç olarak başlamalıdır. Buna ihtiyaç vardır diyorlarsa, bir fayda olabilir. Kilidi açmak için bir anahtara ihtiyaç var. Sıkılı yumrukla el sıkışılamaz. Sohbeti açmak için bir el sallamaya, bir merhabaya ihtiyaç var.

Bahçeli’ninki bu muydu?

Biraz ona benziyor. Ama bunun önem kazanması, arkasından ne geleceğine bağlı.

“ÖCALAN ÇAĞRI YAPSIN” DİYORSANIZ, BUNUN İÇİNİ DOLDURMAK ZORUNDASINIZ

Bundan ümitli misiniz peki?

Evet, ben bundan ümitliyim. Mesele sadece buysa ve DEM Parti bundan memnunsa, mesele kalmamıştır. Ben işin çok derinliğine girmem. Ama “Öcalan çağrı yapsın” diyorsanız, bunun içini doldurmak zorundasınız. Öcalan bu çağrıyı 11 sene önce yaptı; sonra yaşadıklarımızı ise biliyoruz. Yeni şeyler söylemek lazımdır noktasına geldiysek, bugün başka türlü dinamiklere ihtiyaç var.

Ne tür dinamiklere?

Onları ben bilirim ama burada söyleyemem.

KÜRT SORUNUNU ÇÖZMEK İSTEYEN, HER TÜRLÜ TEHLİKEYİ GÖZE ALMAK ZORUNDA

Hayat bilgisi pek çok bilginin önündedir. 1990’larda Kürtlere yaşatılanlar ortada. Evveliyatı da, sonrası da malûmunuz. İstanbul-Fatih’te 19 yaşındaki bir gencin yaşıtı iki kadını vahşice katledip intihar etmesi sonucu söyleşi yaptığımız psikiyatrist Prof. Bengi Semerci, “bir ülkeyi mahvetmek istiyorsanız, umudunu çalın” diyordu. Bu ülkede bizim kuşağımızın da, şimdiki kuşakların da umudu çalınmış durumda. Siz yılların deneyimli siyasetçisi, TBMM eski Başkanı ve en önemlisi 2013-2015 çözüm sürecinin aktörü olarak, topluma, Kürtlere umut verebilecek bir hissiyat içinde misiniz? Dahası, siz şahsen Kürt meselesinin çözümü konusunda ümitvâr mısınız?

Kürt meselesi çözülecek, ben umutluyum. Gecenin en karanlık anı, şafağın sökmeye en yakın zamanıdır. Kürt sorununu çözmek isteyen bir insan, her türlü tehlikeyi göze almak zorunda. Bir tarafta silahlı bir örgüt var, onu destekleyen dış güçler var. Parlamenterlikten sonra yurtdışına gitmiş olanlar var. Çözüm süreci esnasında yurtdışındakiler de, “yahu şu mesele çözülsün de, toprağımıza, ülkemize dönelim” diyordu. Onlar bile ümitliydi, biz de ümitliydik. Ama sonra araya başka olaylar girdi, başka bir siyasi terminoloji ortaya çıktı, güvenlik politikalarının yanında milliyetçi söylem giderek arttı. Tabii biz muhafazakâr-demokrat kimliğimizle yüzde 50 oy alabiliyorduk. Ben Kürt halkının Erbakan hocayı, Turgut Özal’ı desteklediğini biliyorum. E, AK Parti olarak bizi de desteklediler. 2014’te Tayyip Bey cumhurbaşkanı olurken de, Kürtlerin oylarıyla oldu. Peki ne oldu, niye aramıza kara kedi girdi? Olayları tek tek anlatmayayım ama bu iş çözülür. İçeride ve dışarıda Kürt meselesinin çözülmesini istemeyenler de var. Bunlara göğüs gerecek, ortak akılla bu işi götürebilecek, dünün acısını yaşamış, bugün bu acıları yaşamak istemeyen insanlarla bu süreç yürütülebilir. Tabii ifade özgürlüğünün tam anlamıyla sağlandığı bir ortama da ihtiyacımız var. Belki aklınızda kalmamıştır ama, biz çözüm sürecini yürütenleri koruyacak bir yasa çıkarmıştık.

CEZAEVİNDE BU KADAR İNSAN VARKEN, BUNLARIN DA ÖZGÜRLÜKLERİNE KAVUŞMASI LAZIM

Temmuz 2014’te…

Bravo; bunu bile göze almıştık. Bugün de bu yapılabilir, yeter ki istensin. Bunu göze alacak, kararlı bir siyasi iradeye ihtiyaç var. Bunun hukuk ve adalet tarafı, toplumsal barış tarafı var. Keza gazetecilerle, yazarlarla işbirliği yapmaya ihtiyaç var. Ayrıca cezaevlerinde bu kadar insan varken, bunların da özgürlüklerine kavuşması lazım. Genel bir irade beyanını ortaya koyup, “biz bu düşüncedeyiz, bunu gerçekleştirmek istiyoruz” demek yeterli. Manifestoya da gerek yok. İktidar tarafı, “şu insanlar bu işle memur” desin, karşı taraf da “tamam, bizim de şu arkadaşlarımız bu işte size yardımcı olacaklar” desin. Gerekirse Meclis’te bir komisyon kurarak, gerekirse dışarıdan bir platform üzerinden bu iş devam ettirilebilir. Tabii onlara da tam yetki verilmesi suretiyle. İnşallah olacak, biz buna yürekten inanıyoruz. Yeter ki, irade olsun.

Böyle bir irade var mı?

Konuşulanlara bakılırsa, ucundan da olsa, var.

Editör: Mustafa Temiz