Neden diye sorma çünkü senin bunu şimdilik hak ettiğini düşünmüyorum.

Merhaba Hoca ya da senin tabirinle sadece Memsus!

Sana yazdığım bu mektuba canım cicimli kelimelerle başlamayacağım.

Neden diye sorma çünkü senin bunu şimdilik hak ettiğini düşünmüyorum.

Canım, cicim, gülüm, balım kelimeleriyle başlayan mektupları, e-mailleri, mesajları zamanı geldikçe ilgili kişilere, yani geçek sahiplerine hem ben yazdım hem sen yazdın. Onlar da aldılar, öpüp koklayıp baş tacı yaptılar.

Susarak anlattım bütün gizliyi,  
Sakladım duygumu ben konuşarak.”

Diye başlamadıysak da söze, insan olarak yaşamımız boyunca konuşarak, yazarak hasret giderdik sevdiklerimizle. Fırsat buldukça da dertleştik.

“Dertleştik” dedim değil mi?

Aslına bakarsan benim düşündüğümü sen sahiplendin, senin yazdığını ben sahiplendim. Biliyorsun, sen bensin ben de sen. Ben senin iç sesinim.

Neyse, burası biraz karışık.

Emekli olmana tam dokuz gün var ve ben sana tam dokuz adet mektup yazmak istiyorum.

Şimdi sana yazdığım bu ilk mektuba, “Ey sersem!” diye başlayasım var biliyor musun?

Ya da;

“Be hey sersem!”

“Be hey gafil!”

“Be hey aymaz!”

“Be hey ahmak!”

“Be hey egoist!”

“Be hey kendini beğenmiş!”

“Be hey kendini bilmez!”

“Be hey küçük insan!”

“Be hey zero, zero, zero!”

...

Aslına bakarsan sen bu hitapların hepsini birden hak ediyorsun ama galiba içlerinden senin şu anki durumuna en uygun olanı;

“Be hey kendini bilmez küçük insan!” olmalı. Zero (sıfır) da güzel ama ben diğerini seçtim.

Eh, madem öyle uygun görüldü, o halde kızmaca, darılmaca yok! Ben dahi hak ettiğin gibi başlıyorum.

Evet, “Be hey kendini bilmez küçük insan!” var mısın benimle bir iç yolculuğa, muhabbete, dertleşmeye, sohbete, nasihate?

Hatta var mısın kendini benim yerime koyup, benim penceremden bakıp, kendi kendini eleştirmeye?

Söyle bakalım, var mısın?

“Varım!” diyorsan, diyebiliyorsan başlıyorum.

Haydi hayırlısı bakalım!

Bismillah, her hayrın başıdır. Evvela “Bismillah!”

Evet Memsus ya da herkesin sana seslendiği dille Hoca!

Sana uzunca bir mektup yazmayı düşünüyorum.

Düşünüyorum, diyorum; zira mektubun ne kadar uzayacağını şimdiden kestiremiyorum. Bilemiyorum, belki on, belki yirmi belki de otuz sahife. Belli mi olur, bir de bakarsın bir kaç sahife sonra söylenecek söz kalmaz, kalem susar, kağıt yırtılır.

Aynı insan hayatı gibi değil mi?

İnsanoğlu bu, zavallı yaratık. Çok uzun yaşamak ister. Çok uzun yılların hesabını kitabını yapar. Uzun emelleri vardır ama bir de bakar ki bir gece/sabah geçirdiği kalp krizi, işe/okula giderken başına gelen bir kaza, birden bire ansızın geliveren bir ince/kötü hastalık bir çocuğun elinde sevinçle tuttuğu uçan balonunun ipini kesen kötü adam gibi gelir ve bu dünya ile olan bağını kesiverir. Ardından da kötü kötü sırıtır.

Bedeninden kurtulan ruh, uçan balonun çocuğun elinden kurtulduğu an gibi umarsız, sakin/asude bir şekilde gökyüzüne doğru salına salına yükselir.

Sen mi?

Sen sadece arkasından bakakalırsın. Hem de öyle bir bakakalırsın ki birisi gelip de elleriyle göz kapaklarını kapatana kadar gözlerin açık kalır.

Hoca, sen biraz da Edebiyatçı sayılırsın. Bilirsin, hani bizim Cahit demiş ya;

“Cahit kim mi?

Canım seninki de soru mu şimdi? 

Cahit deyince aklına başka bir isim mi geliyor senin?

İşte şimdi çok kırıldım sana. Cahit Sıtkı, meşhur, “Otuz Beş Yaş” şairi. Hani geçenlerde Sevdan’a attığın WhatsApp mesajında Cahit’in şiirinden bir dize kullanmıştın. Hatırlamadın mı? Hatırlatayım. Demiştin ki;

“Mahşer günü, ortalık toz duman. İnsanlar kaçışıyor. Kimsenin ne yaptığı, nereye gittiği, ne aradığı belli değil. Güneş bir mızrak boyu yaklaşmış. Herkes kan ter içinde sağa sola koşuşuyor. İşte o an, “Sevdam Sevdam!” diye bağırarak dolaşan birini görürsen bil ki o benim, ortalığa düşmüş seni arıyorum!”

Seni uyanık seni. Bu cümle eşini nasıl da mutlu etmişti. İşte, biliyor musun, aslında bu cümleyi yazmanı sağlayan yine bendim. Bir ara, Cahit’in “Desem ki!” şiirindeki dizelerini düşünmüştüm. Hatırladın mı dizeleri?

“Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür,
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.”

Eh, ben düşününce sen de düşündüğüne göre, Sevdan’ın mutluluğunda azcık benim de katkım var demektir.

Neyse konuyu dağıtmayayım.

“Yaş otuz beş yolun yarısı eder,

Dante gibi ortasındayız ömrün” der Cahit Sıtkı. Sanırım bu dizeleri yazarken İtalyan ozan Dante’ye gönderme yapmış.

İtalyan ozanın asıl ismi Durante Alighieri. Okunuşu ve söylenişi daha kısa ve güzel diye Durante’yi kısaltıp, “Dante” yi kullanan “İlahi Komedya’nın yazarı, aslında yetmiş yaşına kadar yaşamamış. Elli altı yaşında hayata veda etmiş.  Ancak ünlü İtalyan şair Dante Alighieri, küçük yaşlarda tutulduğu ve ömrü boyunca yaşayacağı büyük aşkının ani ölümünün etkisiyle, mistik bir havayla yazdığı İlahi Komedya’sının ilk mısralarını;

“Hayat yolumuzun yarısında kendimi karanlık bir ormanda buldum.'' diyerek başlatır. Dante, burada Mezmurların (Tevrat), ''Yıllarımızın günleri yetmiş yıldır'' sözüne ithafen otuz beş yaşında ilahi bir yolculuğa çıkmış olduğunu düşünür ve ''Hayat yolumuzun yarısında” tabirini kullanır. Maalesef bu büyük ozan, henüz elli altı yaşında hayat yolunu tamamlar. Bizim Cahit de ‘Otuz Beş Yaş’ şiirini yazıp;

“Yaş otuz beş yolun yarısı eder,

Dante gibi ortasındayız ömrün” dedikten on yıl sonra, yani ömrünün ikinci yarısının ilk yıllarında dünya ile bağını keser, hayal ettiği ikinci otuz beş yılı on yıla sığdırmak zorunda kalır. Hayatın garip tecellileri var değil mi? Bak Üstad Sezai Karakoç yıllardır;

“Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim”
deyip durdu ama özlemini çektiği sevgiliye seksen sekiz yaşında kavuştu. Hayat işte!

Ya Orhan’a ne demeli?

Ona da bir sonraki yazımızda devam edelim.

Bu birinci mektup üç bölümden oluşacak. Uzun olduğu için sizi sıkmamak adına üçe böldüm mektubu.

(Devamı birkaç gün sonra…)

Vesselam!...

26 Ocak 2025

Dr. Mahmut AÇIK