Kimyacılara inat ateşle ilgili bilimsel veriler sunmayacağım bu yazıda sizlere.

“Su insanı boğar, ateş yakarmış!

Her doğan günün bir dert olduğunu,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış.”

Hatırladınız mı bu mısraları?

“Su insanı boğar, ateş yakarmış!”

Ateşi hep yakan bir madde olarak algılamışızdır.

Kimyacılara inat ateşle ilgili bilimsel veriler sunmayacağım bu yazıda sizlere.

Ne ateşin neden oluştuğunu ne de hangi çağlarda bulunduğunu söyleyeceğim.

Hayatımızın günlük akışında hep iniş çıkışlar yaşarız.

Bir gün eve geldiğinizde vücudunuzdaki tüm kanın beyninize sıçradığını, ortalığı kırıp döktükten sonra fark edersiniz.

Önce ateş basar, sonra telafi etmekte zorlandığınız cümleler çıkar ağzınızdan.

Ya da işe gittiğinizde karşılaşırsınız bu problemle; kimi zaman mesai arkadaşlarınıza, kimi zaman da patronunuza çatmışsınızdır.

Televizyonlarda ya da gerçek hayatta karşılaştığımız birçok olayda ateş her daim başroldedir.

Kiminin evini yakmıştır, kiminin elini yüzünü;

Kimini evinden, kimini yurdundan etmiştir.

Kimine ise gelecekle ilgili korku salmıştır.

Hani bir gün ölüp gidince de karşımıza çıkıp bizi sarıp sarmalamasından, içine almasından endişe edilmiştir hep.

Ancak ateş her zaman zararlı değildir. Doğru kullanıldığı zaman hep faydalı olmuştur.

Kötü değildir!

Allah’ın yarattığı ve canlıların istifadesine sunduğu bir mahlûktur.

‘Tu kaka’ hiç değildir!

Bazen ateş olmak gerekir. Toprak olmak gerektiği gibi!..

Niçin mi?

İlişkilerimizde etrafa dehşet saçan soğukluğu, sevgi sıcağına dönüştürmek için.

Yeni evli bir çift,

Gençler!..

Biri yakışıklı, diğeri güzel…

Allah bağışlamış, O (c.c) yaratmış ve birbirlerine uygun bulmuş.

Her şey iyi, hoş, güzel giderken hayat bazı zorluklar çıkarmış karşılarına.

Pek çoğunu atlatmışlar ama her biri bir iz bırakmış duygularında.

Ve bir müddet sonra konuşmalarda bir soğukluk, etrafta esen serin rüzgârlar…

Buzdolabında hayat soğukluğunda bir ilişki.

Savaş filmlerini seyrettiniz mi hiç?

Hani şu kılıç kalkanlı çağları anlatan filmleri.

İki ordu karşı karşıya gelir;

Önce saf tutarlar, yüzler gerilir, alınlar kırışır, bakışlar sertleşir.

Sonra meydana bir atlı çıkar, ortalığı kızıştırıcı birkaç cümle söyler.

Ve avazı çıktığı kadar bağırarak motive eder askerlerini.

Hatırlarsınız canım, zamanı geçmeyen ve her dönemde izleyici bulan filmlerdir bunlar.

Cesur Yürek, Gladyatör, Son Şövalye, Truva… gibi.

Bu filmlerde dikkat etmenizi istediğim bir sahne var.

Çok önemli!

Ayrıntı, detay ama önemli!

Olmazsa olmaaazzz!

Zaten hayat ve başarı detaylarda gizli değil mi?

İki ordu karşı karşıya dizilince önce bir taraf oklarını çıkarır, yaylarını gerer ve salar.

Binlerce ok gökyüzünde karşı tarafın askerlerinin üzerine doğru gelir.

Ve işte söylemek istediğim şey burada gizli.

Karşı taraf buna mukabil kalkanlarını çıkarır, başlarının üstüne kor ve eğilir.

Taarruzun geçmesini bekler.

Okların bitmesini!..

Kendisine doğru binlerce ok gelirken, yayını çıkarıp karşı ok atan bir asker göremezsiniz bu sahnelerde.

Önce ok yağmurundan kurtulmak gerek. Sessizce ve en az zayiatla.

Etrafta esen rüzgârlar bazen üzerimizde istemeden de olsa bir buz kütlesi oluşturur. Soğuk mesajlar veririz sağa sola.

Girdiğimiz odada serinlik oluşur ama biraz fazlaca.

Ve istenmeyen sözler, küçük dargınlıklar…

Sadece evliliklerde mi?

Hayır! Hayatın her aşamasında;

Evde, sınıfta, iş yerinde, manavda, markette…

Karı-koca, baba-oğul, amir-memur arasında.

İlişkilerde bazen ateş olmak gerek; sıcak, sevimli ve faydalı…

İnsanı yakan değil ısıtan. Ortamı yumuşatan…

Tartışmalarda her iki taraf da buz kütlesi gibi olurlar.

Ya da karşılıklı atılan oklar vardır.

İki buz kütlesi çarpışınca kırılır.

Bir daha düzelmesi zor yaralar açılır ama biri buz kütlesiyken, diğeri ateş olursa olay biter.

Onu kendine çeker, yumuşatır, gelen buz kütlesini eritir. İçine alır ve problemi yok eder.

Bir olurlar ve bütün.

Bazen ateş olmak lazım; bazen toprak…

Ama her an berrak.

Problem üreten değil, çözen.

Olaylara çok boyutlu bakabilen.

Huzuru ve mutluluğu kendi üreten…

Bir gün bir profesör, öğrencilerine “stres yönetimi” ile ilgili ders veriyordu.

Su dolu bir bardağı kaldırıp öğrencilerine sordu:

“Sizce, bu su dolu bardağın ağırlığı ne kadardır?”

Cevaplar, 200 gr ile 400 gr arasında değişti. Bunun üzerine profesör şöyle dedi:

“Gerçek ağırlık fark etmez fakat durum bardağı elinizde ne kadar tuttuğunuza göre değişir.

Eğer bardağı bir dakikalığına elimde tutarsam problem yok.

Ama bir saatliğine tutarsam, muhtemelen kolumda bir ağrı oluşur.

Eğer bardağı bir gün boyunca elimde ve havada tutarsam ambulans çağırmak zorunda kalırsınız.

Aslında ağırlık aynıdır fakat ne kadar uzun süre tutarsanız size o kadar ağır gelir.

Eğer sıkıntılarımızı her zaman taşırsak, er ya da geç taşıyamaz duruma geliriz.

Yükler gittikçe artarak daha da ağır gelmeye başlar.

Yapmamız gereken, bardağı yere bırakıp bir süre dinlenmek ve daha sonra tutup tekrar kaldırmaktır.

Yükümüzü ara sıra bırakmalı, dinlendikten sonra tekrar yolumuza devam etmeliyiz.

İşten eve döndüğünüzde iş sıkıntınızı dışarıda bırakın, nasıl olsa yarın tekrar alıp taşıyabilirsiniz.

Ve hatta yarın sabah almaya gittiğinizde bir kısmını geceleyin esen sıcak bir rüzgârın götürdüğünü göreceksiniz!

Eşiniz, sevdikleriniz buz gibi soğuk ve sert olduğunda ateş olup ısıtmak gerek ortamı!

Nasıl mı?

O da sizin maharetinize (becerinize) kalmış artık!

Benden söylemesi.

Vesselam!..

26 Temmuz 2024

Dr. Mahmut Açık