Aslında bazen değil, her zaman güzel şeyler oluyor.

Dönüyorrr!

Ne dönüyor?

Dünya dönüyor,

Ay dönüyor,

Güneş dönüyor,

Zaman dönüyor,

Evren dönüyor,

Saatteki akrep dönüyor, yelkovan dönüyor.

Velhasıl arkadaşım, keser dönüyor, sap dönüyor;

Yanlış hesap taa Bağdat’a gitmeden, hemen şuracıktan köşe başından dönüyor.

Birileri tırmalarken, yırtınırken;

Birileri köşeyi çarçabuk dönüyor.

Bazen zorluk, bazen güzellik yaşıyor.

Ama her zorluğun ardından bir güzellik geliyor.

Bazen de zorluğun içinde kolaylık oluyor. (Fe inne meal usri yusra)

Bazen güzel şeyler oluyor.

Hem de çok güzel şeyler…

Aslında bazen değil, her zaman güzel şeyler oluyor.

Olana “bunu bir olduran var ve bir hikmete binaen olduruyor” penceresinden bakınca olan güzel oluyor.

Yani açın ellerinizi ve “Elhamdulillahi haza min fazlı Rabbi”   (Bu Rabbimin lütuf ve ihsanıdır deyin;

Ya da “Elhamdulillahi ala külli hal, sivel küfri ved-dalal” (Küfür ve dalaletten başka her türlü hal için Allah’a şükürler olsun!) deyin ve yaslanın arkanıza.  

Ne demiş söz sultanı atalarımız?

Artık herkes dağarcığındaki atasözlerini şöylee bir elleriyle yoklasın canım, şimdi durup dururken onu da mı ben söyleyeyim?

Hem bir iki tane değil ki, mübarekler (atalarımız yani) her olay için onlarca, yüzlerce söz söylemişler değil mi?

Neyse biz gelelim filmdeki esas oğlanla essahtan kıza.

Her şey aslına döner, meraklanmayın.

Su akar yatağını bulur!

Hah, bakın yukarıda iki tane atasözüne benzeyen söz söyledim. Boy boyladım.( Belki de gerçek atasözüdür bunlar… Araştırılsın! Dedem Korkut’un da kulağı çınlasın.)

Çokk eski zamanların birinde, bir Padişah varmış.

 Bu Padişah çocukluğunda, babaannesinden, anneannesinden ve çevresindeki kocaman dudaklı, simsiyah tenli arap bacı bakıcılarından hemen her gün bol Hızırlı hikayeler dinlemiş olacak ki büyüyüp Padişah olunca vezirlerini etrafına toplamış ve;

“Tebaamdan bana Hızır Aleyhisselam’ı bulup getirecek bir yiğit kul var mıdır, tiiizzz araştırılsın, tellallar çıkarılsın!” diye bir ferman yayınlatmış.

Padişahın emri ya bu! “Durmak olmaz,”  demiş etrafındaki vezirler ve hemen memleketin her tarafına tellallar çıkarmışlar ve “Padişahın emrini kim yerine getirirse ona şu kadar altın, bu kadar gümüş, o kadar da falan falan ihsan edilecek.” demişler.

Demişler demesine de halkın içinde aklı başında olmayan bir kul yokmuş. Herkes bilirmiş ki, Hızır öyle her isteyenin peşine takılıp gidecek kadar sıradan biri değilmiş. Velhasıl hiç kimse cesaret edip bu işte ben de varım diyememiş.

Olacak ya bu (olmazsa hikâyeyi nasıl tamamlarız değil mi?) memleketin çok çok uzaklarında Padişahın elinin erişip ihsanlarının uzanmadığı bir yerde pek yoksul bir ihtiyar köylü yaşarmış. Adamcağız bu fermanı duyduktan sonra uzun uzun düşünmüş.

Kendi kendine, “Ulan, eğer bazı şartlar öne sürerek bu işi kabul edersem, şu ahir ömrümde birkaç zaman olsun bolluk ve refah yüzü görürüm. Padişahın tebaası olarak bizi arayıp sorduğu mu var ki? ” demiş ve doğruca Padişahın huzuruna çıkmak için önce yola çıkmış, sonra saraya gitmiş.

Padişah, ihtiyara Hızır’ı bulup getirmesi için kırk gün mühlet vermiş ve “Bu ihtiyarın bu kırk günlük süre içinde her isteği karşılansın.” demiş.

İhtiyar adam, kendisine tanınan kırk günlük süre içinde etrafında ne kadar fakir fukara adam varsa yedirmiş, içirmiş, giydirmiş, yardımda bulunmuş.  Eeee sayılı gün çabuk geçer, demişler. Verilen mühlet dolmuş ve kırkıncı gün sarayın adamları ihtiyarın kapısına dikilip, “Gel bakalım amca, saraya gidelim de Padişaha hesap ver.” demişler.

Zavallı ihtiyar, sayılı günün çabuk geçtiğini bile bile boynunu bükmüş ve sarayın yolunu tutmuş.  Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler,  henüz köyün sınırlarından yeni çıkmışlar kii, yanlarına fakir bir derviş katılmış ve “Ben de sizinle saraya kadar geleyim de şu ahir ömrümde sarayı bir kez olsun göreyim.” demiş. Eh, askerler de kabul etmişler.

Saraya gelip de Padişahın huzuruna çıkınca, Padişah ihtiyara bakmış, ihtiyar padişaha…

Uzun uzun bakışmışlar.

Ortada ne Hızır var ne mazeret…

Adamcağız tam da durumu anlatacağı sırada Padişah bir ayağı çalıya dolaşmış yaralı aslan gibi kükremiş.  Burnundan soluyup ateş püskürüyormuş. En büyük vezirine dönmüş:

“Söyle bakalım Vezir Efendi, bu densize ne ceza verelim?” demiş.

Büyük vezir, önce kaşınmış, sonra düşünmüş. Sakalını avucunun içine alıp önemli bir şey söyleyecekmiş gibi yapmış ve “Efendim!” demiş. “Madem sözünü yerine getirmedi, mazereti de yok, biz bu adamı kırk katırın kuyruğuna bağlayıp sürütelim.”

“Aslına huuu, nesline huuuuu” diye bir ses duyulmuş ihtiyarın yanına takılıp gelen fakir dervişten.

Padişah şöylee ters ters bakmış ama seslenmemiş.

Sonra aynı suali ortanca vezirine sormuş.

Ortanca vezir de epey kaşınma numarası yaptıktan sonra;

“Sultanım, bu herifi keşkek edip leşini köpeklere yedirelim.” demiş.

“Aslına huu, nesline huuuu!” demiş yine fakir derviş.

Padişah yine ona sert sert bakmış ama seslenmemiş.

Sonra aynı suali küçük vezire sormuş.

Küçük vezir ne kaşınmış ne de düşünmüş. Hemen cevap vermiş.

“Sultanım, Bu zavallı ihtiyar zaten ömrünün sonuna yaklaşmış. Yoksulluk ve devletin ilgisizliği yüzünden bir yalana tevessül etmiş. Kaldı ki sizden aldığı her kuruşu etrafındaki fakir fukaraya dağıtmış. Zaten bizim yapmamız ama yapmayı ihmal ettiğimiz bir işi yapmış. Daha doğrusu Allah yaptırmış. Büyüklük affetmektir.  Affetmek de büyüklük alametidir. Siz de sultansınız, elbette büyüksünüz. Büyüklüğünüzü gösterip affediverin şu zavallı ihtiyarı.”

“Aslına huu, nesline huuu!” demiş derviş yine.

Ama bu sefer kafası karışık olan Padişah dayanamamış ve;

“Bre sen kimsin ve neden hep aynı sözü tekrar edip durursun. Padişah huzurunda edep böyle mi olur?”  diye bağırmış.

Derviş, Padişahı hürmetle selamlamış ve;

“Hünkârım, senin büyük vezirinin babası katırcı idi. Onun için bu zavallı ihtiyarı katırlarla sürütmek istedi. Ortanca vezirinin babası keşkek dükkânı işletirdi. Etin artığını da köpeklere atardı. O da babasından gördüğünü yapmayı uygun buldu. Şu küçük vezirine gelince, o, asil bir vezir ailesinden gelmektedir ve vicdanı bu ihtiyara devlet himayesiyle mücazat etmesini gerektiriyor. Zira babasından da öyle görmüştü. Hepsinin sözleri asıllarını ve fiillerini göstermekte. Ben de o sebepten “Aslına huuuu, nesline huuuu!” diyorum.” demiş.

Padişah iyice meraklanmış.

“Yahu derviş! Sen kimsin, bütün bunları nereden bilirsin?” demiş.

Derviş tekrar Padişaha dönmüş ve;

“Ya sen bugün kimi bekliyordun a Sultanım!” demiş.

Sonra da önce küçük veziri, ardından kendini işaret ederek,

“İşte vezir, işte Hızır!” deyip ortadan kaybolmuş.

Ya işte böyle ey Hünkârım! Etrafındakilere iyi bak!

Benden demesi.

Kimin aslı nedir, faslı nedir?

Ona göre vazife vermek gerek.

Vazife verirken de aslına ve nesline bakmak lazım.

En büyüğünden en küçüğüne…

“Bu kadar konuştun, peki sen kimsin?” derseniz.

Ben kim miyim?

Bir garip Hoca! Çok da akıllı olmayan cinsinden.

Nam-ı diğer Dr. Memsus  (Hızır değil yani!)

15 Ocak 2025

Dr. Mahmut Açık