Gücü eline geçiren bir insan, adaletten sapmadan, emaneti ehline vererek, hakkı gözeterek mi hareket ediyor? Yoksa gücü, kendi nefsinin ve menfaatlerinin emrine mi veriyor?
Özeleştiri, insanın kendine açtığı en doğru penceredir. İnsanın kendine ayna tutması, kendi hatalarını, eksikliklerini ve zaaflarını görmesi belki de en büyük erdemlerden biridir. Ancak mesele sadece görmek değil, gereğini yapmaktır. Bugünlerde sıkça duyduğumuz bir öz eleştiri var: "Mücahiddik, müteahhit olduk, şimdi de müsait olmaya başladık." Yani direniş ruhu, mücadele azmi yerini konfor alanına, dünya hırsına ve belki de savrulmalara bırakıyor. Peki, biz bu imtihanın neresindeyiz?
Sabırla fakirliği göğüsleyebilmek ayrı bir erdem, ama şükürle varlığı taşıyabilmek daha da zor bir sınav. "Fukarâ-î Sabir" olmayı belki becerebildik; yoklukta, çilede, sıkıntıda sabrettik. Ancak "Ağniyâ-î Şâkir" olmaya gelince, yani varlıkta şükredecek, gücü, makamı, serveti hakkıyla taşıyacak bir ahlakı koruyabilecek miyiz? İşte asıl mesele burada başlıyor.
İbn-i Arabi, “Varlık rahmettir” der. Hakikaten, var olmak başlı başına bir nimettir. Aldığımız nefes, her sabah doğan güneş, yürüyebiliyor, konuşabiliyor, düşünebiliyor olmak büyük bir lütuftur. Ancak insanoğlu nimeti çoğu zaman unutmaya, sahip olduklarını kanıksamaya, sorumluluklarını ihmal etmeye meyillidir. Makam, mevki, güç, para, şöhret... Bunlar insanın omzuna yüklenen ağır emanetlerdir. Bir insan büyük bir servete, yetkiye, şöhrete kavuştuğunda onu nasıl taşıdığı, aslında karakterinin en büyük turnusol kağıdıdır.
Gücü eline geçiren bir insan, adaletten sapmadan, emaneti ehline vererek, hakkı gözeterek mi hareket ediyor? Yoksa gücü, kendi nefsinin ve menfaatlerinin emrine mi veriyor? Şöhretin, servetin, iktidarın cazibesine kapılmadan yoluna devam edebiliyor mu? Zengin bir iş adamı, adil bir yönetici, meşhur bir sanatçı, etkili bir fikir insanı olduğunda bu sorumlulukları hakkıyla yerine getirebiliyor mu? Asıl imtihan burada başlıyor.
Bu muhasebeyi hayatın her safhasında yapmak gerekiyor. Bir şirket yöneticisi için de geçerli, bir devlet adamı için de, bir sanatçı, bir akademisyen, bir iş insanı için de... İnsan, hangi konumda olursa olsun kendine şu soruları sormalı: Bulunduğum konum bana mı ait, yoksa emanet mi? Eğer emanetse, onun hakkını veriyor muyum? Sahip olduklarım bana sorumluluk mu yüklüyor, yoksa bende bir ayrıcalık duygusu mu oluşturuyor?
Eğer bu muhasebeyi yapmazsak, güç bizi dönüştürmeye başlar. Başlangıçta ne için yola çıktığımızı, ne uğruna mücadele ettiğimizi unuturuz. İnsan, ne kadar güçlü olursa olsun, ne kadar büyük imkanlara sahip olursa olsun, bir gün her şeyin hesabını verecektir. Çünkü varlık da bir imtihandır, hem de yokluktan daha çetin bir imtihan. Zira yoklukta kaybedecek çok az şeyiniz vardır; ama varlıkta her şeyi kaybetme riskiniz vardır: Değerlerinizi, vicdanınızı, insanlığınızı…
Bu yüzden, nimetle şımarmadan, güçle sapmadan, şöhretle savrulmadan, dünya nimetleriyle aldanmadan yol alabilmek en büyük meziyettir. Eğer bu muhasebeyi hakkıyla yapabilirsek, sadece Fukarâ-ı Sabir değil, aynı zamanda Ağniyâ-î Şâkir de olabiliriz. Ve belki de ancak o zaman istikamet üzere bir hayat sürme imkanımız artar.
Her günümüzü, her anımızı, her nimetimizi bir şükür ve muhasebe vesilesi kılmak dileğiyle…
9 Şubat 2025
Şeyda Gökten