Nice hayalleri, nice hevesleri, nice uzun emelleri olan insanların uçan balonlarının ipi hiç beklemedikleri bir anda kesildi ya da kendileri kestiler.
Uçan balonunun ipi kesilen ya da uçan balonunun ipini kendi elleriyle kesen şair ve yazarlarımızı konuşmaya devam edelim mi?
Orhan’da kalmıştık.
Şair Orhan Veli Kanık.
Hani şu, İstanbul’u gözleri kapalı dinleyen “Garip Akımının” garip ama bir o kadar da duygusal ve yenilikçi şairi. Türk şiirindeki eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayarak, sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşıyan şair.
İçmeyi severmiş. Allah var, iyi de içermiş. Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düşer önce. Başından yaralanır. İki gün sonra İstanbul’u bir kez daha dinlemek için yollara düşen şair, alelacele hastaneye kaldırılır. Doktorlar alkol koması teşhisi korlar önce. Sonradan beyin kanaması geçirdiği anlaşılır ve İstanbul’un meşhur şairi, İstanbul’un tatlı tınısını gözleri kapalı bir şekilde son kez bir hastane odasından dinler. Orhan Veli’nin uçan balonunun ipi kesildiğinde, henüz daha otuz altı yaşındadır. Şairin tüm ömrü, meslektaşı Cahit’in ömrünün birinci dönemi kadar sürmüş.
Ne kötü hastalık ne trafik kazası.
Önce sarhoşken düştüğü bir çukur, ardından beyin kanaması.
Nice hayalleri, nice hevesleri, nice uzun emelleri olan insanların uçan balonlarının ipi hiç beklemedikleri bir anda kesildi ya da kendileri kestiler.
Evet, yanlış duymadın, kestiler dedim.
Nilgün’ü tanırsın. Şairdir. Güzelce de bir kızdır.
Amerikalı genç şair Slyvia Plath’in adeta ruh ikizidir Nilgün Marmara.
Balkan göçmeni bir aileden gelir. Lise yıllarında oldukça bunalan ve bir an önce üniversiteye gitmek isteyen şair, vakti geldiğinde Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatı Bölümü’ne girer. Zeki bir kızdır. Zekidir ama maalesef Bohem bir hayat tarzını benimser. Nilgün, yaptığı okumalarında Plath’la adeta bütünleşir.
Bohem hayatın, yalnızlığın ve içkinin de tesiriyle sağlığı her geçen gün biraz daha bozulur. Sadece beden sağlığı mı?
Hayır tabi ki! Ruh sağlığı da diplere vurur.
Hiç bir doktoru dinlemez. Manevi doktoru zaten yoktur. İlaçları kullanmaz ama okumaya ve yazmaya son sürat devam eder. Fakat yelken açtığı sularda rotası sanki doru değildir. Ha bire okumalar yapar ama yalnızlığı seçer, fırtınalı sulara yelken açar.
Adeta teknesinin yakıtı alkoldür. Fakat sular dalgalı, sular hırçın. Nilgün’ün nazik bedeni ve ruhu bu fırtınaya daha fazla dayanamaz ve henüz yirmi dokuz yaşında, daha hayatının baharında kendi uçan balonunun ipini kendisi kesiverir.
Sadece Nilgün mü? Elbette ki hayır!
Sırça Fanus’un yazarı Slyvia Plath, otuz yaşında dünyadan ayrılış biletini kendi elleriyle kestirir.
Modern İran Edebiyatı’nın öncü isimlerinden olan ve Doğu’nun Kafka’sı olarak bilinen Sadık Hidayet ise henüz kırk sekiz yaşındayken 1951 yılının Paris’inde günlerce dolaşır ve hava gazlı bir apartman arar. Temiz havanın tadını alamayan yazar, maalesef kirli ve zehirli havayı soluyarak uçan balonunun ipini kendisi keser.
Sadece Nilgün, Slyvia ve Sadık mı? Elbette hayır!
Ağır Roman’ın yazarı Metin Kaçan elli iki yaşında girdiği bir bunalımla kesti balonunun ipini.
“…
ve ben güzün ağlayacağım
sulara çekileceğim dönerken balıkçılar
yakamoz göreceğim dümensiz simsiyah gözleri
öleceğim
ve ben
...”
Dizelerinin şairi Kaan İnce, henüz yirmi iki yaşındaydı balonu elinden kayıp uçmağa vardığında.
Wirginia Woolf, Cesare Pavese, Sergei Yesenin, Stefan Zweig, Beşir Fuat ve yaşamın ucuna yolculuk eden Tezer Özlü de henüz hayatlarının baharında kendi uçan balonlarının iplerini kendileri kestiler.
Hikâyeciliğimizin en önemli isimlerinden biri olan Ömer Seyfettin’in balonunun ipini hastalık keser.
Bildiğimiz şeker hastalığı.
“Pembe İncili Kaftan, Perili Köşk, Yalnız Efe, Kızıl Elma Neresi?” gibi yüzün üzerinde hikâye yazan meşhur yazar, henüz gencecik yaşında yani otuz altı yaşında varır uçmağa.
Franz Kafka, “Dönüşüm” kitabındaki gibi bir sabah uyandığında kendisini böcek olarak görmez aynada ama ahirette gözünü açtığında sorgu melekleriyle henüz kırk bir yaşında iken karşılaşır.
Sebahattin Ali, Sinop Cezaevi’nde “Aldırma Gönül” adlı şiirini yazarken, nereden bilebilirdi ki henüz kırklı yaşlara yeni girmişken kafasından aldığı bir darbeyle öldürüleceğini.
Eminim, yattığı hapislere, çektiği çilelere aldırmamıştır ama ölüm şekline aldırmış ve oldukça içerlemiştir o büyük yazar/şair.
Oğuz Atay; yakışıklı, gizemli ve ironik romancı. Hemen her eserinde çarpık düzenin eleştirisini, aydın ile halk arasındaki iletişimsizliği vurgulayan Oğuz, bir türlü tutunamadığı hayattan çok erken bir yaşta, henüz kırk üç yaşında ayrıldı. Önce “Tutunamayanları” yazdı, sonra beyninde oluşan bir tümörün etkisiyle hayattan çekti gitti.
Daha kimler kimler:
Muallim Naci daha kırk üçündeydi öldüğünde.
Şair Evlenmesi’nin meşhur yazarı Şinasi ise kırk beş.
Ziya Osman Saba ve edebiyatımızın en zarif şairi Cahit Zarifoğlu ise kırk yedi.
Türkçülüğün Esasları’nın yazarı Ziya Gökalp ile Aşiyanında kendine sırça bir saray kuran Tevfik Fikret ise kırk sekiz.
Hikayeciliğimizin taçsız kralı Sait Faik ile Hürriyet Şairi Namık Kemal de kırk sekiz yaşında uçtular göğe doğru.
Göl şairi Ahmet Haşim kırk dokuz yıl ancak tahammül edebildi yalan dünyaya.
Bu koca koca yazar ve şairler, aklıma bir çırpıda gelen isimler ve pek çoğunun henüz elli yaşını görmeden uçan balonlarının ipi kesildi. Giderken boş gitmediler gerçi. Birer iz, birer işaret, en azından birer gölge bırakıp gittiler. Boşu boşuna yaşamış sayılmazlar o kısacık hayatlarını. Bir çok eser bırakarak gittiler şu yalan dünyadan.
Eee, Hoca ya da nam-ı diğer Memsus, ya sen?
Sen ne düşünüyorsun?
Sen bu yukarıda saydığım yazarların pek çoğundan fazla nefes aldın bu dünyada!
Onların pek çoğu elli yaşını görmedi, göremedi. Sen ise elli yaşını geçtin. Üç beş yıl ders anlattım, bir kaç makale, kitap yazdım diye hava atıyor, böbürleniyorsun. Unuttun mu Gazaliler, Mevlanalar, Hacı Bektaş-ı Veliler, Yunuslar neler söylediler, neler yazdılar. Fuzuliler, Bakiler, Nedimler, Nefiler, Sezai Karakoçlar, Cemal Süreyalar, Attila İlhanlar ne de güzel şiirler yazdılar? Sürgün şair Nazım Hikmet;
“Memleketim, memleketim
Ne kasketim kaldı senin ora işi
Ne yollarını taşımış ayakkabım,
Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
Şile bezindendi.”
Mısralarıyla hiç bir şeyinin kalmadığından yakınsa da, şiirleri, kelimeleri, harfleri kaldı bu gün hafızalarımızda. İz bıraktı, eser bıraktı kısacık hayata. O, kapkaranlık zihinleri kelimeleriyle aydınlattı. Ya sen Hoca, sen karanlık zihinleri daha da karartmadın değil mi?
Bak, bir kaç gün sonra emekli olacaksın. Söyle bakalım şimdi ne düşünüyorsun?
Ne planlıyorsun?
Bu sorulara da bir sonraki yazımızda cevap verelim mi?
Ne dersiniz?
O zaman devamı birkaç gün sonra.
Vesselam!..
28 Ocak 2025
Dr. Mahmut AÇIK