Okumadığımız gibi, dinimize, diyanetimize ve var olduğunu iddia ettiğimiz davamıza da sahip çıkmıyoruz. (Bu dava kişiye göre değişir, birine göre Hak olan diğerine batıl olabilir.)

Haydi gelin bir kampanya başlatalım!

Herkes her gün minimum (en az) yirmi sayfa kitap okusun!

Okusun ki izanı, irfanı, algısı, sezgisi, zihni ve beyniyle beraber kalbi gelişsin;

Sağ okusun, sol okusun demiyorum. Onu kendisi bilir. Bence sağ da okusun sol da okusun!

Yeter ki kitap okusun!

Düşündüren, sorgulatan, beynimizi azcık zonklatan kitaplardan okusun.

Şu son zamanların meşhur internet wattpad kitaplarından değil.

Okusun ki bakış açısı değişsin;

Görme, duyma, sezme ve idrak yeteneği artsın, çoğalsın.

Yoksa günümüz insanının bambaşka yetenekleri gelişiyor.

İdrak kelimesini idrar olarak algılayanlar bile var aramızda.

Görme, duyma, sezme yeteneği deyince, insanların kusurlarını görme, yanlışını duyma, kusurlarını araştırma, gıybet, dedikodu… gibi algılayanların haddi hesabı yok.

Bir de bunu marifet sayanlar var.

Evet insanımız okusun ki gelişsin ve kendisine hediye ve ikram olarak verilen aklı kullanmadığı için ilahi itaba maruz kalmaktan kurtulsun.

Hani Kur'ân'da, kalpleri günahla katılaşmış kişilerden söz edilir ya!

“Summun, bukmun, umyun fehum lâ yerciûn!” (Sağır, dilsiz ve kördürler; yola dönmezler!) Oysa yeter ki zemini ve zamanı müsait olsun, bu katılıklar da Rabbimizin mu'cizeleri ile elbette eriyecektir.

Geçerli bir mazereti olamadan okumayanları da içimizden, dışımızdan dilimizle, kalbimizle kınayalım!

Haydi, şu yakîn körlüğünden birazcık uzak duralım da Safahat’ı bir kez daha okuyalım.

Bir kez daha dediğime bakmayın, zirâ yıllardır kütüphanesinin başköşesinde durduğu halde Safahat’ı sadece eline alıp tozunu sildikten sonra “Ne güzel kitap!” deyip tekrar yerine bırakan bir çoook -güya entelektüel- tanıdığım var benim.

Kur’an ve Hadis kavramlarını sadece sözcük olarak duyan, yatak odasının duvarına saten kumaşlar arasına sarıp asan (veya kitaplığının en üst rafına itina ile yerleştiren) ve ömrü billah içini bir kere bile açıp bir sayfa okumamış güya Müslüman mahalle Donkişotlarını saymıyorum bile.

Bunlar kendilerince aydın ve okumuş çocuklar.

İtiraf edeyim.

Meslekte bilmem kaçıncı yılım. (Çok oldu!)

Eşşşşşeekkkkk kadar adam oldum!

Ama gördüğüm şu ki biz okumuyoruz kardeşim.

Okumadığımız gibi, dinimize, diyanetimize ve var olduğunu iddia ettiğimiz davamıza da sahip çıkmıyoruz. (Bu dava kişiye göre değişir, birine göre Hak olan diğerine batıl olabilir.)

Dua dahi etmiyoruz.

Soruyorum: “Hangimiz gece dua ederken kendimizden geçtik, bayıldık da ambulansla hastaneye götürdüler?

Güya Müslümanız?

Kızmayın, o da meçhul!

Ne diyor okumadığımız ama şairliğine, edipliğine, büyüklüğüne can-ı gönülden inandığımız merhum Mehmet Akif, Safahat isimli eserinde:

“Hayâ sıyrılmış, inmiş öyle yüzsüzlük ki her yerde,

Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde

Vefa yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bi-medlûl

Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhul

Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş

Ne din kalmış ne îman, din harâp, îman türab olmuş

Mefahir kaynasın gitsin de vicdanlar kesilsin lâl

Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!”

Size bi şey diyeyim mi?

Eve gidince kendimizi sorgulayalım. Ne yapıyoruz biz diye?

Bak adamın biri ne güzel ifade etmiş.

Sanki son asrın Müslümanlarını anlatmış, taaaa yüz yıllar öncesinden.

Anlatayım mı?

İyi dinleyin o zaman:

Olay Bursa’da geçiyor. Bir mümin zat, yememiş içmemiş biriktirmiş parasını ve bir çeşme yaptırmış.

Hatırlarsınız canım hikâyeyi. Üzerine de “Her kula helal, Müslüman’a haram!” yazdırmış.

Vallahi imkânım olsa ben de aynısını günümüzde yaptıracağım.

Sebebini anlarsınız siz.

Neyse uzatmadan hikâyeye giriş yapayım.

Tabii o dönem Bursa başkent.

Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye!
Efendime söyleyeyim, gitmişler kadıya şikâyete, yaka paça yakalanmış adam huzura getirilmiş:

“Bu nasıl fitnedir, dini İslam, ahalisi Müslüman olan koca devlette, sen kalk hayrattır, sebildir diye çeşme yap ama suyunu Müslümana yasakla. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye bir güzel çıkışmışlar bu zavallı adama.
Adam, “Bi durun ya!” demiş.

“Müsaade buyurun sebebi vardır, lakin ispat ister, delil şarttır.”

Kadı kızar: “Ne delili ne ispatı, sen fitne çıkardın Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın katlin vaciptir senin!”

Ama bir yandan da merak eder:

“Nedir gerekçen?” diye sorar. Adam, bir tek Sultan’a derim diye cevap verince, karışır yine ortalık. Söz Sultan’a gider, adam saraya yaka paça götürülür.
Sultan sinirlenir ama diğer yandan da meraklanır:

“De bakalım ne diyeceksen, bu nasıl iştir ki hem çeşmeyi yaparsın hem de her kula helâl, bir tek Müslümana haram yazarsın.”
Adam başı önünde, “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
Sultan, “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?”
“O zaman hükme kıldan incedir boynum Sultanım”
“Eeee!”
“Sultanım herhangi bir havradan (Sinagog’dan) rastgele bir hahamı izahsız yaka paça tutuklayın bir hafta, bakın neler olacak?”

Dediği yapılmış adamın, tüm azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm, bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim.”  Efendim uzatmayayım, çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş.
Bir hafta dolunca: “Sultanım artık bırakmak zamanıdır.” demiş adam, haham bırakılmış. Azınlıklar mutlu, bu sefer Sultana teşekkürler, hediyeler…

Az zaman geçmiş ki adam, aynı işi herhangi bir kiliseden bir papaz için yaptırınız Sultanım demiş.
Aynı işlemle, aynı usulle bir papaz derdest edilmiş, yaka paça alınmış pazar ayininden, aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış.

Mutluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar…

Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğu ile daha bir sarılmışlar birbirlerine.
Sultan: "Bitti mi?" demiş adama.
"Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle." demiş.
“Şimdi nedir isteğin?”

“Efendim başkentimiz Bursa'nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimat edilen âlimini alınız minberinden!”
Dedikleri gibi olmuş, Ulucami’nin imamını, cuma hutbesinin ortasında almışlar. Yaka paça götürmüşler.

Ve ne olmuş bilin bakalım?
Bir Allah'ın kulu, tek bir olumlu kelâm etmemiş. Ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz hiç olmasa vaazı bitene kadar bekleyeydiniz, dememiş. Peşinden giden olmamış, arayan soran olmamış.
Geçmiş bir hafta, nerde imam diye gelen giden olmamış.

Aptal ve cahil bir imam atanmış yerine; ne konuştuğunu kulağının duymadığı yobaz cinsinden.

Halk halinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için;
“Biz de onu adam, hoca bellemiştik!”
“Kim bilir ne haltlar etti de tutuklandı?”
“Vah vah acırım arkasında kıldığım namazlara!”
“Sorma sorma!”
Sultan, kadı ve adam izlemişler olanı biteni, Sultan:
“Eee ne olacak şimdi be adam?” demiş.
“Bırakma zamanıdır Sultanım, bir de özür dileyip helallik almak lazımdır hocadan!”
"Haklısın" demiş Sultan, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş, adam başı önünde:
“Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böylesi Müslümanlara su helal edilir mi?”

Sultan acı acı tebessüm etmiş:
"Ne suyu, hava bile haram, hava bile! " demiş.

Son cümle:

İnsanlığın batıl düşünceler içinde bocalamasının sebebi Müslümanlardaki hal ve temsil fakirliğidir!

Vesselam!..

25 Kasım 2024

Dr. Mahmut Açık